İstanbul’u Mahvediyorum Gözlerim Kapalı…
Şarkılara, şiirlere, aşklara ve dahası nice hayatlara konu olmuş muhteşem bir şehir: İstanbul
Yazar: Yeniemlak.com
Yüzyıllara meydan okumuş, insanlarının tüm hoyratlığına rağmen hayatta kalmayı becerebilmiş yeryüzündeki nadir şehirlerden biri. Sadece bu ülkemiz vatandaşlarına değil, tüm dünya insanlarına büyüleyici gelmekle birlikte herkeste değişik fikirler, duygular uyandırmakta, hayatlarında derin izler bırakmakta.
Peki biz, şehrin gerçek sahipleri, bu şehirde yaşamayı gerçekten hak ediyor muyuz? Ondan aldıklarımızın, alacaklarımızın bir sonu olduğunu biliyor muyuz? Bu sonsuz tüketilişin, mahvedilişin bir gün gelecek bir yıkımla son bulacağını hiç düşünüyor muyuz?
Son 10 yılda hızlanarak devam eden şehrin yeniden inşaası sürecinde birbirinden kopuk, büyük resmi görmekten ve okumaktan uzak yaklaşımlarla şehir giderek zarafetinden, tarihinden ve kültüründen kaybederek yenileniyor, büyüyor, sözüm ona gelişiyor. Bu noktada “gelişmek” ve “modernleşmek” tanımlarının da yeniden ve evrensel olarak yapılması zarureti ortaya çıkıyor.
İşte tam da bu sebeple ortak aklın ürünü olan,”ben yaptım oldu”mantığından uzak, şehrin bin yıllık geçmişine uygun, gelecek on yıllara, yüz yıllara hizmet edecek bir anayasa ile yönetilmesi kaçınılmaz. Bu noktada benim üzerinde durmak isteğim temel nokta; şehrin mimarisi, yapılaşması, korunması noktası...
İlçelerin birbirleriyle kesişen kiritik öneme sahip noktalarının bir bütün olarak ele alınması, emsal ve yoğunluk hesaplarının, ulaşım ve yaşam kalitesi bağlamında değerlendirilmesi kaçınılmaz. Şehrin belli noktalarında yapılaşmanın, mimarinin ve gözrsel bütünlüğün ciddi bir şekilde denetime ihtiyacı olduğu muhakkak. Deprem ve doğal afetler sebebi ile yeni yapılan tüm binalarda mekanik ve statik konusunda gösterilen hassasiyetin, dış cephe mimarisinde ve estetik unsurlarda tamamen boşverildiği gün gibi aşikar. Son yıllarda yapılan ve “güzel”olarak nitelenidirebileceğimiz kaç “yeni” yapı sayabiliriz? Buna devlet ve özel sektör yapıları da dahil edilebilir.İnsana ve hayat rağmen inşa edilmiş, yaşam akışkanlığı olmayan, hayatı ve yaşamı kesen bölen, insanları soğutan onlarca yeni yapı İstanbul silüetinde yerini almış durumda ve almaya da devam ediyor.
Şehrin bir bütün olarak ele alınması, mimari bütünlüğün ve geçişkenliğin sağlanması çok önemli. Bugun özel bir şirketin, satış kayıgısı olmaması kaydı ile şehrin göbeğine kırmızı, kahverengi ve sarı renklerden oluşan bir ucube dikmeyeceğinin nasıl bir garantisi var, merak ediyorum?
300 yıllık bir tarihi eserin yanına, granit kaplı duvarları olan, alüminyum küpeşteli bir apartman yapılmasının mantığı nedir?
Nasıl bir bütünlük hesabıdır, anlamak mümkün değil.İstiklal caddesinde her biri ayrı birer sanat eseri olan, yüzlerce yıllık binaların dükkana dönüşmüş ve giderek çirkinleşen hallerine kim dur diyecektir?
Kırmızı alüminyum doğramaları, sarı ve beyaz plastik kapıları ile yüzlerce yıllık hayatında eşi benzeri görülmemiş bir zulma maruz kalan, gözümüzü, ruhumuzu acıtan, kanatan bu keşmekeş daha duyarlı, daha sanatçı yöneticilerle ancak çözülebilir.
Şehrin işte bu açıdan bir “Ser Mimar”a (Şehrin baş mimari) ihtiyacı olduğu kesin. Büyük resme bakacak, ticari ve rant kaygısından uzak duracağıan emin olduğumuz, evrensel bir sanatçıya İstanbul’u emanet ederek ona hür ve yaratıcı bir çalışma ortamı yaratmak şehre yapılacak en büyük iyilik olacaktır. Aksi halde şehrin kalbine saplanmış bir sürü ucube sözde “yeni” yapılarla onlarca yıl yaşamak zorunda kalacağız.